Köpeğin ayak sesleri, hırıltısı giderek yaklaşıyordu. Koşmaktan ayaklarım birbirine dolanıyor, nefesim artık yetmiyordu. Ahh! Bir eve varabilseydim. Kapıyı Çomar’ın yüzüne kapattığım zaman dünyanın en mutlu insanı olacaktım ve bir daha asla böyle bir şey yapmayacaktım. İçimden bunun sözünü veriyordum ama doğrusu bunu başarabilecek miydim, bilmiyordum. Son bir gayretle köydeki ilk evin bulunduğu köşeyi döndüm. O da ne, sürü otlaktan dönüyordu. Yüzlerce küçükbaş ve büyükbaş hayvan zaten daracık olan yolu tamamen doldurmuş, kimseye adım atacak yer kalmamıştı. Allahtan erken davranmış, kendimi duvarın dibine atmıştım. Aynı şeyi Çomar için söylemek ise zordu. O son hızla sürünün içine dalmış inanılmaz bir karışıklığa sebep olmuştu. Zaten suçluydum, ardından faili olduğum bir de bu büyük kargaşa… Doğrusu tutacak hiçbir dalım kalmayacaktı.
Lehime olan tek şey şimdilik kimsenin bu durumu görmemiş olmasıydı. Bu arada gözüme Muhtar Emmi’nin evinin aralık duran kapısı ilişti. Bekleyecek vakit yoktu hemen içeriye daldım. Dışarıdaki can pazarına göre burası oldukça sakin sayılırdı. Sadece derinden Zeliha Teyze’nin torununa ninni söylediğinin işaretini veren mırıltılar duyuluyordu. Hızlıca etrafa göz gezdirdim. Artık kullanılmayan ama aksesuar görevi üstlenmiş kollu harman makinesinin arkası saklanmam için oldukça uygun görünüyordu. Yavaşça sindim. Göğsüm hala körük gibi inip kalkıyor, kalp atışlarım bulunduğum yeri ele verecek endişesi taşıyordum. Yaklaşan havlamalardan Çomar’ın sürüden selametle çıktığını anladım. Bir kere daha tere battım. Bin pişmandım. Başıma nasıl da bir iş açmıştım. Ailem bile yanımda yoktu neye güvenerek böyle bir delilik yapmıştım. Sanıyorum çocukluk böyle bir şeydi.

Yaz  tatiline iki hafta kala öğretmenimin tayininin çıktığını öğrenmiştim. Onu o kadar çok seviyordum ki üzüntüden yataklara düşmüştüm. Zaten hasta ve narin olan bedenime bu haber çok ağır gelmişti. Babam ve annem bu süreci atlatabilmem için beni köye halamın yanına göndermeye karar vermişlerdi. İlk defa ailemden ayrılacaktım. Ayrıca büyük bir merak içindeydim, köy hayatına ilk defa yakından tanıklık edeceğim için. Şu ana kadar da geldiğime hiç pişman olmadığım gibi her günüm bir panayır coşkusu içinde geçmişti. Sabah erkenden kalkıyor kahvaltıdan sonra halamın kızı Hülya ve arkadaşlarıyla kah koyunları otlatıyor, kah oyunlar oynuyor, kah sözde oyuncak yapıyorduk. Bir de razı edebilirsek halamın canım masallarını dinliyorduk. Ancak yazın işler çok olduğu için masal dinleme zevki sıklıkla sekteye uğruyordu. Çok üzülmüyordum çünkü doyasıya oynamak zaten aklımı başımdan almıştı. Hoşuma en çok giden şey oyunların doğada oynanmasıydı. Kuyu, hüştad, beştaş, tık tık bacı, elim sende, istop oynayalım derken vaktin nasıl su gibi akıp geçtiğini fark edemiyorduk. Yorulduğumuz zaman ise oyunlara ara verip dere kenarında çamurdan oyuncaklar yapıyorduk. Böylelikle kendi el emeğimizle yaptığımız çanak, çömlek, tabak, tava gibi mutfak malzemelerimiz evcilik oynarken bize eşlik ediyordu. Oyuncak bebeklerin neredeyse tamamını köyün maharetli kadınlarının yapmış olması da bana çok ilginç gelmişti. Bu el yapımı bebekleri, kendi hazır bebeğimden daha çok sevmiştim. Bez bebeklerin saçları orlondan yapılmış, kıyafetleri de köy kadınlarının kıyafetlerine benzetilmişti. Gözleri ise ya düğme dikilerek ya da renkli ipliklerden kanaviçe işlenerek oluşturulmuştu. İşte böylesine mutluyken bugün başımı nasıl da derde salmıştım. Öğlen vakti hava sıcak olduğu için bunalmış, ağacın altında beştaş oynamaya karar vermiştik. Taşları alması için gönderdiğimiz Zehra’yı beklerken orada pinekleyip duran köyün akıllı köpeği Çomar gözümüze ilişmişti. Sanıyorum ilk fikir Emine’nindi. “Haydi Çomar’ı kızdıralım.” demesiyle kızların hepsi birden ellerine geçirdikleri taşları Çomar’a fırlatmaya başladılar. Zavallı Çomar uğradığı ihanetin şokuyla ayağa fırladı. Geri kalmamak için bir taş da ben attım. Ancak atışımı iyi ayarlayamadım. Taş, Çomar’ın iki gözünün arasına değdi ve değmesiyle de kan adeta fışkırarak kalın kırmızı bir şerit gibi yüzünden aşağı hızla indi. Çok korkmuştum. Hayvan çılgıncasına atıldı. Arkamı döndüğümde ikinci şoku yaşadım. Çünkü çocukların hepsi sincap gibi ağaca tırmanmıştı. Ben köy çocuğu değildim. Asla onların hızına erişemezdim. Çaresiz ikinci seçeneği tercih ettim. Kaçtım. Çomar deli gibi geliyor bense korkudan koşmuyor adeta uçuyordum. Neticede şimdi Muhtar Emmi’nin evinin avlusunda  mahsur kalmıştım. Durumu nasıl kurtaracağımı bilmiyordum. Acaba diğer çocuklar beni ele verir miydi? Bu düşünceler içindeyken yan taraftaki bir taş dikkatimi çekti. Şimdiye kadar hiç böyle bir taş görmemiştim. Şekli düzgün, yüzeyi delikliydi. Elimi merakla üzerinde gezdirdiğimde garip bir şekilde pürüzlü olduğunu fark ettim. Acaba ne işe yarıyordu? Biraz inceledikten sonra yerine bıraktım. Bu arada Çomar’ın sesi yeri göğü inletiyor, ev halkını evdeki tehlikeye karşı uyarıyordu. Terbiyeli hayvan istese koca cüssesi ile bir vuruşta içeri girebilirdi ama bunu yapmıyordu. Muhtarın karısı Zeliha Teyze bu havlamalara fazla kayıtsız kalamadı ve hışımla geldi. Korkum bir kat daha artmıştı. Kapının önüne çıktı. “Ne gene dellendin. Çocukları uyandıracaksın. Defol buradan.” deyip zavallı Çomar’a ikinci darbeyi vurdu. Bulunduğum yerden Çomar’ı rahatlıkla görebiliyordum. Gözlerinde inanılmaz bir ifade vardı. Bunu Zeliha Teyze anlamadı ama ben çok iyi anladım. Gözleriyle adeta “Beni sizi korumam için beslemiyor musunuz? Ben görevimi yapıyorum. O iki ayaklı canavar evinizde. Kendinizi kollayın. Benden söylemesi.” der gibi bakıyor, havlamalarıyla durumu anlatmaya çalışıyordu.

Zeliha Teyze eline geçirdiği taşı atar gibi yapınca hayvan kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırdı ve kırgın bir şekilde toz oldu. Az sonra ortalığı kolaçan etmiş kimsenin beni görmediğinden emin olduktan sonra sessizce bulunduğum yerden çıkarak evin yolunu tutmuştum. Doğrusu Hülya ile durumu iyi idare etmiştik. Diğerleri de beni ele vermemişlerdi. Her şeye rağmen tüm bunlar benim geceleri defalarca rüyamda Çomar tarafında kovalanmamı ve ter içinde bağırarak uyanmamı engellememişti.

Bir sabah nasılsa Muhtar Emmi’nin evinin avlusunda gördüğüm taşı hatırladım. Halama taşı tarif ederek ne işe yaradığını sordum. Halam büyük bir merakla nerede gördüğümü sordu. Ona Muhtarın kızını çağırmaya gittiğimde gördüğümü söyledim. Bana mı öyle geldi bilmiyorum ama halamın gözünde garip bir ışıltı görür gibi oldum. Bana “Kimseye görünmeden o taşı bana getir.” dediğinde önce şaşırdım ama üstünde de fazla durmadım. Neticede o halamdı ve benden çok büyüktü. Yanlış bir şey yaptırmazdı herhalde bana. Aynı gün bir işin ucundan da ben tutayım halamın gönlünü razı edeyim de hiç değilse o  lezzetli masallarını  doya doya dinleyeyim, düşüncesiyle sinsice muhtarın evine girdim ve girdiğim gibi de hayalet gibi süzülerek elimde bir beze sardığım taş, soluğu halamın yanında aldım. Halamın gözlerinden çok mutlu olduğunu anladım. Fazla da bir şey söylemedi. Ben de kimseye bundan bahsetmedim ama içimde garip bir huzursuzluk vardı.

Bir iki gün sonra halamla birlikte çeşmeden su getirmeye gitmiştik, çeşme kalabalıktı. Zeliha Teyze de oradaydı. Belli etmesem bile tedirgin olmuştum. Zeliha Teyze durup dururken “Hatunlar benim kaşağı taşım kayıp, göreniniz var mı?” dediğinde içimden bir şeyler kopar gibi oldu. Çaresizce gözlerim halamı aradı. Gözlerimiz buluştuğunda iki şeyi anladım. İlki “Sessiz kal, sakın belli etme.” şeklindeki uyarıydı. İkincisi ise gözlerindeki mutlu olduğunu ele veren parıltıydı. Zeliha Teyze “O taş bana babamın hatırasıydı. Askerlik yaparken bulmuş. Çok severdi onu ama çocuklarının içinde sadece bana verdi. Bu yüzden merak ettim. Hem hayvanları onunla tımar etmek çok rahattı.” dediğinde içim bir kere daha burkuldu ama çocukluk aklıyla bunları çok çabuk unuttum.

Tatil çarçabuk geçti. Okullar açıldı, yeni öğretmenimi de çok sevdim. Orta yaşlı olgun, otoriter, güzel  yürekli bir kadındı. Kısa zamanda bize o kadar çok şey öğretti ki. Ama ben büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordum. Çünkü öğrendiğim şeylerin başında bir hırsız olduğumu öğrenmem geliyordu. Evet ben iğrenç bir yalancı ve hırsızdım. Halamın benden yapmamı istediği şeyin başka bir adı yoktu. Doğru davranışları, güzel ahlakı tekrar tekrar vurgulayarak bize öğreten öğretmenim beni bu acı gerçekle baş başa bırakmıştı. Kimselere derdimi söyleyemedim. Halamdan nefret ettim uzun bir süre. Vicdanıma düşürdüğü kara leke yüzünden hem dinlemek için canımı vereceğim masallarını dinlemeyerek kendimi, hem de en değerli varlığı olan masallarını dinlemeyi reddederek halamı cezalandırdım. Halam o taşı niçin istemişti. Zeliha Teyze’ye bir kızgınlığı vardı da onu o taştan mahrum ederek intikam almayı mı düşünmüştü yoksa bir yerde  mi kullanacaktı? Bilmiyorum. Taşın akıbetini hiçbir zaman öğrenemedim ama bu olayı hiç unutmadım, unutamadım. O günden itibaren asla yalan söylemedim ve kimsenin çöpüne izinsiz elimi uzatmadım. Öğretmen oldum. Öğrencilerime erdemli insan olmanın önemini onların ilgisini çekebilecek şekilde öğretmeye çalıştım. Herhangi birinin eşyasına izinsiz el uzatıldığında bunu geçiştirmedim. Kırmadan, incitmeden doğruyu öğretmeye gayret ettim. Geri dönütler muhteşemdi. Her şeye rağmen sevgili öğretmenimi ve masalları ile bende iz bırakan -gönlüm kırık olsa bile affettiğim- halamı dualarımda hiç unutmadım. Haa! Bir de her köpek gördüğümde içim sızlayarak Çomar’ı.